Çarşamba, Ekim 31, 2007

SEMİZOTU SALATASI





Malzemeler

1 demet semizotu
1 yemek kaşığı zeytinyağı
1 yemek kaşığı susam yağı
Tuz
2 diş ezilmiş sarımsak
5 kaşık süzme yoğurt

Yapılışı

Semizotu bol su ile yıkanır. Salata tabağına yaprakları alınır. Üzerine zeytinyağı ve susam yağı, ezilmiş sarımsak, süzme yoğurt ve tuz ilave edilir karıştırılır. 

SARIŞIN

New York`tan Los Angeles`e giden uçakta cingöz bir avukat ile sarisin aptal gorunuslu bir hanim yanyana oturuyorlar. Avukat hem hanimla yakinlasmak hem de hosca vakit gecirmek icin bir oyun teklif ediyor. Kabul gorunce oyunu anlatiyor:

-Size bir soru soracagim, cevabi bilemezseniz bana 5 dolar vereceksiniz, sonra siz soracaksiniz bilemezsem ben size 50 dolar verecegim.

Ve ilk soruyu soruyor:

-Ay ile dunya arasindaki uzaklik ne kadardir?

Kadin tek soz soylemeden cantasindan 5 dolar cikarip adama uzatmis.

Soru sorma sirasi sarisina gelmis:

-Tepeye 3 ayakla tirmanip 4 ayakla asagi inen sey nedir?

Adam dakikalarca dusunmus... Yaniti bulamamis... Cuzdanindan 50 dolar cikarip kadina uzatmis. Kadin parayi kibarca alip cantasina koyarken avukat merakla sormus:

-Cevap ne?

Kadin tek kelime etmeden cantasini acmis ve 5 dolar cikarip adama uzatmis...

Perşembe, Ekim 25, 2007

AMERİKALILAR

Amerikan Deniz Kuvvetleri ne ait ünlu savas gemisi Missouri nin görevlileriyle, Newfoundland de görevli Kanadalı Yetkililer arasında 1995 yılında yapılan ve tümüyle gerçek olan bu telsiz görüşmesi Amerikan Deniz kuvvetleri tarafından aynı yıl açıklanmıstır.

Amerikan Gemisi : Çarpışmayı önlemek için lütfen rotanızı 15 derece kuzeye çevirin. tamam.

Kanadalı Yetkililerin Yanıtı : Çarpışmayı önlemek için biz sizin rotanızı 15 derece güneye çevirmenizi öneriyoruz. Tamam.

Amerikan Gemisi : Amerikan Deniz Kuvvetleri gemisinin Kaptanı konuşuyor. Tekrar ediyorum rotanızı değiştirin. tamam.

Kanadalı Yetkililerin Yanıtı : Hayır, biz rotamızı değiştiremeyiz. Tekrar ediyorum ; siz rotanızı değiştirin. tamam.

Amerikan Gemisi : Burası Amerikan uçak gemisi Missouri. Adımızı duymamış olanlara anımsatıyoruz; Amerikan Deniz Kuvvetlerinin büyük savaş gemisi Missouri yiz. Lütfen şakanızdan yada inadınızdan vazgeçin, Derhal rotanızı değiştirin. hem de hemen şimdi.tamam.

Kanadalı Yetkililerin Yanıtı : Peki bizde size kendimizi tanıtalım, SS/Missouri. Burası deniz feneri.Tamam!

Pazartesi, Ekim 22, 2007

LAHANA SALATASI







Malzemeler


5-6 adet haşlanmış lahana yaprağı
1 orta boy havuç ince rendelenmiş.
3 kaşık mayonez
3-4 kaşık süzme yoğurt veya normal yoğurt
2 diş ezilmiş sarımsak
tuz

Yapılışı

Derin bir kaba haşlanmış lahana yaprakları ince, ince doğranır içine rende havuç, ezilmiş sarımsak, mayonez, yoğurt ve tuz ilave edilir. Salata tabağına alınır.

Cumartesi, Ekim 20, 2007

ACELE KARAR VERME

Çin düşünürü Lao Tzu nun çok sevdiği bir öyküdür.

Bir köyde ihtiyar bir adam varmış.. Çok fakirmiş ama dillere destan bir beyaz atı yüzünden kral bile onu kıskanırmış.. Kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. -Bu at, bir at değil benim için.. Bir dost.. İnsan dostunu satar mı dermiş hep..

Bir sabah kalkmışlar ki, at yok.. Köylü ihtiyarın başına toplanmış

-Seni ihtiyar bunak.. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi.

Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın demişler..

İhtiyar,

-Karar vermek için acele etmeyin. Sadece At kayıp deyin. Çünkü gerçek bu.. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez..

Köylüler ihtiyar adama kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.. Dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler..

-Sen haklı çıktın.. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için.. Şimdi bir at sürün var..

-Karar vermek için gene acele ediyorsunuz. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?..

Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden

-Bu herif sahiden bunamış.. diye geçirmişler..

Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara..

-Bir kez daha haklı çıktın. Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın demişler..

İhtiyar

-Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz. O kadar acele etmeyin.

Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu.. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru.. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez..


Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler..

-Gene haklı olduğun kanıtlandı. Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..

-Siz erken karar vermeye devam edin. Oysa ne olacağını kimseler bilemez.

Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor. Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlarmış:

Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.



http://hekimce.com/konu.php?konu=1022

KURABİYE HIRSIZI

Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında,


Daha epeyce zaman vardı, uçağın kalkmasına.


Havaalanındaki dükkândan bir kitap ve bir paket


kurabiye alıp buldu kendisine oturacak bir yer.


Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, yine de


Yanında oturan adamın olabildiğince cüretkâr bir şekilde


Aralarında duran paketten birer birer kurabiye


Aldığını gördü, ne kadar görmezden gelse de.


Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini yerken,


Gözü saatteydi, kurabiye hırsızıyavaş yavaş


Tüketirken kurabiyelerini.


Kulağı saatin tik taklarındaydı ama yine de engelleyemiyordu tik taklar sinirlenmesini.


Düşünüyordu kendi kendine, Kibar bir insan olmasaydım,


Morartırdım şu adamın gözlerini!


Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini.


Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca,


Bakalım şimdi ne yapacak? dedi kendi kendine.


Adam, yüzünde asabi bir gülümsemeyle


Uzandı son kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye.


Yarısını kurabiyenin atarken ağzına, verdi diğer yarıyı kadına.


Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve


Aman Tanrım, ne cüretkâr ve ne kaba bir adam,


Üstelik bir teşekkür bile etmiyor!


Anımsamıyordu bu kadar sinirlendiğini hayatında,


Uçağının kalkacağı anons edilince bir iç çekti rahatlamayla.


Topladı eşyalarını ve yürüdü çıkış kapısına,


Dönüp bakmadı bile kurabiye hırsızı na.


Uçağa bindi ve oturdu rahat koltuğuna,


Sonra uzandı, bitmek üzere olan kitabına.


Çantasına elini uzatınca, gözleri açıldı şaşkınlıkla.


Duruyordu gözlerinin önünde bir paket kurabiye!


Çaresizlik içinde inledi, Bunlar benim kurabiyelerimse eğer;


Ötekiler de onundu ve paylaştı benimle her bir kurabiyesini!


Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle,


Kaba ve cüretkâr olan, kurabiye hırsızı kendisiydi işte.



Valerie Cox

İKİ ERKEK KARDEŞ

Erkek kardeslerin ikisi de babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı.


Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekardı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve kârlarını eşit olarak bölüşürlerdi.


Günün birinde bekar kardeş kendi kendine:"Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça degil" dedi, "Ben yalnızım ve pek fazla gereksinimim yok."


Böylelikle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı. Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine :


"Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşm ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok, yaşlandığı zaman hiç kimsesi yok bakacak" diyordu.


Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp,bir çuval tahılı gizlice erkek kardesinin tahıl deposuna götürmeye başladı. Iki erkek de yillarca ne olup bittigini bir türlü anlayamadılar, çünkü her ikisininde deposundaki tahılın miktarı degişmiyordu.


Sonra, bir gece iki kardes gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler. O anda olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar.


Hayattaki en yüce mutluluk, sevildiğimize inanmaktır.



http://hekimce.com/konu.php?konu=1023

MEVLANA DAN

Kula bela gelmez hak yazmayınca,

Hak bela yazmaz kul azmayınca,

Hak cezayı kuluna kul ile verir;

Dini irfan bilmeyen bunu kul etti sanır,


MEVLANA

RUH KANSERİ

Nazan Arda geçen hafta 55 yasında öldü. Göğüs kanseriydi. Ameliyat için gittiği Amerika'da bir göğsü alınmıstı. Döndükten 11 yıl sonra beyin kanaması geçirdi. Beyninde de tümör vardı. Peş peşe geçirdiği iki ameliyatın ardından komaya girdi ve kurtarılamadı. Gazetedeki fotoğrafında, elinde bir ayıcıkla gülümsüyordu.
"Ayıcık", kendisi 4 yaşındayken vefat eden annesinin armağanıydı.
Arda,oyuncak ayısını 51 yıl boyunca hiç yanından ayırmamıştı.
Karacaahmet'e gömülürken, ayıcığını da yanında toprağa verdiler. * *
*
Burada Arda'yı anmamın nedeni, 11 yıl önce Amerika'ya ameliyata giderken yazıp eşine bıraktığı ölüm ilanı... Ecel, beklediğinden geç gelmiş, ama boşandığı eşi vasiyete uyup kendi kaleminden vefat ilanını gazetelere vermiş. ilan şöyle:
"şu anda Tanrı'ya teslim etmiş olduğum ruhumu, ömrümce tüm sevdiklerim için mükemmeliyetçilik adına çok hırpaladım.
Kendimi sevecek ve özgürlük tanıyacak vaktim olmadı.
Bilmem o çok uğraş verdiğim 'özel biri' olabildim mi?
Rahatsızlık vermekten her zaman çekindiğim sizleri bugün ..) beni uğurlamanız için bekliyor,hepinizi çok seviyorum."
ilanın köşesinde küçücük bir fotoğraf var:
Nazan Arda'nın ayıcığının fotoğrafı...

Metni okuyunca bunun bir vefat ilanından çok pişmanlık beyanı olduğunu düşündüm.
Başkalarını mutlu edebilmek uğruna kendinden vazgeçmiş,
"rahatsızlık veririm" kaygısıyla benliğini tarumar etmiş,
ruhunu doyasıya salıveremeden can vermiş "mükemmeliyetçiler" için kaleme alınmış bir ağıttı bu...
Nazan Arda, uğruna bir ömür adadıklarından, belki de
ilk -ve son- kez bir "rahatsızlık" rica edip cenazesine çağırıyordu.
Törene kaç kişi gitti bilmiyorum; ama ilanı verenin,
"boşandığı eşi" olması, o çok uğraş verdiği "özel
biri" olup olamadığı sorusunu yanıtlıyordu.
Başkalarını seveyim derken, kendini sevecek vakti bulamamıştı.
Son yolculuğunda yanında sadece vefakar ayıcığı vardı.

Arda'nın fizyolojik hastalığına olduğu kadar psikolojik
rahatsızlığına da teşhisi Jean Baudrillard koyuyor:

Fransız felsefeciye göre, vücudumuzdan bütün biyolojik düşmanları, mikropları, parazitleri atarsak ,nasıl savunma sistemi bozulan bedende hücreler birbirini kemirmeye başlar ve kanser tehlikesi doğarsa, ruhta da aynı şey oluyor:
"Sürekli pozitif olacağım" diye eleştirel ögeleri benliğinden uzak tutan, negatif duyguları dışlayan her ruhsal yapı, kendi kendini yiyerek felakete sürükleniyor.
Eleştirel düşünce ise, krizi damıtma yeteneği sayesinde bu felaketi önlüyor.
* * *
Benim yukarıdaki ilandan öğrendiğim şu:
Bütün varoluşunu "Beni beğenecekler mi?", "Beniseviyor mu?", "Rahatsız eder miyim?"kaygısı üzerine kuruyorsan, bil ki sonun hüsran...
Bir küçük serzeniş, sıradan bir tenkit ya da kadirbilmezlik, acılar pahasına kurduğun o "mükemmel kale"yi yerle bir edebilir.
Ölüm ilanını kaleme alacağına azat et kendini...
Seni, sen diye kabul edip sevecekleri sev.
Eleştir, ki onun için "özel biri" olabilesin.
Kendini, kendine beğendir herkesten önce...
Kimseye beğendirmek için de kendinden vazgeçme.
Acını göze al, çünkü Dostoyevski'nin dediği gibi,
"insanın ruhunu yücelten bir acı, ucuz bir mutluluktan evladır."
*CAN DÜNDAR*

MEVLANADAN

Biriyle haklı oldugum bir konuda konuşurken, o inatlaşır ve iş gönül kırmaya dogru gidiyorsa, sen haklısın, ben de sendenim deyiveririm...

önemli olan incinmemek,incitmemek. Eger incinir ve incitirsen haklı olsan ne olacak, haksız olsan ne olacak....


Mevlana

DUVARCI USTASI

Bu hikaye’ye kesinlikle gozlerinizden yaslar gelinceye kadar

güleceksiniz.

Lütfen sonuna kadar okuyun.



Bu olay gerçek hayatta olmuş ve basına yansımış bir olaymış.

Büyükşehir Belediyesi Kuruluşlarından KIPTAS'in Genel Müdür Yardımcısı E. B., şantiyelerden birinde meydana gelen bir kaza sonunda kazaya maruz kalan duvarcı ustasının yazdığı tutanak:


İş kazası tutanağına planlama hatası diye yazmıştım.

Bunu yeterli görmiyerek, ayrıntılı anlatmamı istemişsiniz. şu anda

hastanede yatmama neden olaylar aynen aşağıda anlattığım gibi olmuştur.


Bildiginiz gibi ben bir duvarcı ustasıyım.inşaatın 6. katındaki işimi bitirdiğim zaman biraz tuğla artmıştı, yaklaşık 250 kg.kadar oldugunu tahmin ettigim bu tuğlaları aşağıya indirmek gerekiyordu.


Aşağiya indim bir varil buldum, ona sağlam bir ip bağladım, 6. kata

çıktım ipi bir çıkrıktan geçirip ucunu asağıya salladım.


Tekrar aşağıya indim ve ipi çekerek varili 6. kata çıkardım. ipin ucunu sağlam bir yere bağlayıp tekrar yukarı çıktım. Bütün tuğlaları varile doldurdum.


Aşağı indim, bağladığım ipin ucunu çözdüm. İpi çözmemle birlikte

birden kendimi havada buldum. Nasil bulmuyayim ben yaklasık 70 kiloyum.


250kg lik varil suratle aşağıya düşerken beni yukarı çekti.

Heyecan ve şaşkınlıktan ipi birakmayi akil edemedim.

Yolun yarisinda Dolu varille carpistik.

Sag iki kaburgamin burada kirildigini saniyorum.

Tam yukari cikinca 2 parmagim iple beraber çıkrığa sıkıştı.

Parmaklarımda bu sırada kırıldı.

Bu esnada yere carpan varilin dibi çikti ve tuglalar etrefa saçıldı.


Varil hafifleyince bu sefer ben asagıya inmeye varil yukarı çıkmaya basladı ve yolun yarısında yine varille çarpıştık.

Sol bacağımın kaval kemiğide bu sırada kırıldı.

Can havli ile ipi bırakmayı akıl ettim.

Başımı yukarı kaldırdığımda boş varilin suratle üzerime geldiğini gördüm.

Kafatasımın da böyle çatladığini sanıyorum. Bayılmışım, gözümü hastanede açtım.

Cenab-i Hak'tan tüm kullarını böyle görünmez kazalardan korumasını diler,

hürmetle ellerinizden operim.


Duvarci Ustaniz LAZ OSMAN

BİZİ ÇEVRELEYEN İNSANLAR

Bu hikaye'yi mail olarak almıştım. Yaşanmış bir olay anlatılıyormuş.

Hikaye söyle başlıyor,





Bu olay 14 Ekim 1998 de kıtalar arası bir uçuş esnasında gerçekleşti.

Bir hanım zenci bir adamın yanında oturuyordu, hanım sinirliliğini belli edercesine, hostesten başka bir yer bulmasını istedi, zira öylesine antipatik birinin yanında oturmak istemiyordu.



Hostes, tüm uçağın dolu olduğunu fakat birinci sınıfta yer olup olmayacağına bakacağını söyledi. Diğer yolcular şaşkınlık ve tiksintiyle olayı izliyorlardı, bu kadının sadece terbiyesiz değil bir de birinci sınıf yolculuğa devam edeceğine şahit oluyorlardı, zavallı adam çok kötü durumda olmasına rağmen cevap vermemeyi tercih etti.



Bu yüksek tansiyondaki durumda, kadın birinci sınıfta ve o adamdan uzak uçabileceğinden tatmin olmuştu.



Bir kaç dakika sonra hostes kadına ''Çok özür dilerim gerçekten de uçakta başka yer yok.

Birinci sınıfta bir yer bulduğum için çok mutlu oldum. Bu yeri bulmak biraz zamanımı aldı, zira bu değişiklik için pilottan izin almam gerekiyordu. Hiç kimse sorun yaratan bir diğerinin yanında oturmak mecburiyetinde tutulamaz dedi ve bu izni verdi.''



Diğer yolcular kulaklarına inanamıyorlardı. Bu esnada kadın da bir zafer kazanmış gibi yerinden kalkmaya hazırlandı.



Sonra hostes oturmakta olan zenciye dönerek:



-'' Beyfendi, sizi uçağın birinci sınıfındaki yeni yerinize götürmem için beni takip edermisiniz lütfen? Seyehat firmamız adına kaptan pilotumuz sizden böyle nahoş bir olay yaratan kimsenin yanında oturmak mecburiyetinde bıraktığımız için özür diliyor.''



Tüm yolcular hep birlikte, bu olayı iyi bir biçimde sonuçlandıran uçak personelini alkışlayarak tebrik ettiler.



O yıl kaptan pilot ve hostes uçaktaki bu davranışlarından dolayı ödüllendirildiler. Bu olaydan sonra, firma sorumluları ekibin yolculara karşı eğitiminde yeterince önem vermediklerini anladılar. Uçak firması hemen gerekli değişikliği yaptı.

Bundan böyle aşağıdaki mesaj, tüm ofislere personelin görebileceği bir biçimde iletildi.



'' İnsanlar onlara ne söylediğinizi unutabilirler. İnsanlar onlara ne yaptığınızı da unutabilirler.



Ama insanlar, onlara kendilerini nasıl hissettirdiğinizi asla unutmazlar.''

SABIR

Öğrenmek için zaman gerekir,
sabır gerekir,
ustaları izlemek gerekir.
Dünya hızlandıkca zaman kısalabilir,
ama öğrenmenin esası değişmez.

Çin'de ve Hint diyarlarında yüzyıllardır anlatılan bir hikâyede konu, öğrenmenin değişmeyen esasıdır...

Genç bir adam, değerli taşlara ilgi duyarmış ve mücevher ustası olmaya karar vermiş.
"Bu mesleği yapacaksam, iyi bir mücevher ustası olmalıyım," diye düşünmüş ve ülkedeki en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış.

Sonunda bulmuş; yanına varmış, bir süre bekledikten sonra usta tarafından kabul edilmiş.
"Anlat, dinliyorum," demiş usta. Genç adam anlatmaya başlamış, taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış.

Yaşlı usta sesini çıkarmadan genç adamı dinlemiş, sözleri bitince de ona bir taş uzatmış,
"Bu bir yeşim taşıdır," dedikten sonra genç adamın avucuna taşı bırakmış ve avucunu kapatmış. "Avucunu aynen böyle kapalı tut ve bir yıl boyunca hiç açma. Bir yıl sonra tekrar gel. Haydi şimdi güle güle," demiş ve şaşkın genç adamı öylece bırakıp kalkmış, odadan çıkmış.

Genç adam evine dönmüş, kendisini merakla bekleyen annesiyle babasına neler olduğunu anlatmış. Anlattıkça da kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğuk konuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi artıyormuş.

Günler geçmeye başlamış. Genç adam sürekli söyleniyor, ama avucunu hiç açmıyormuş.
"Nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister? Bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak. Bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım, böyle bir eziyetle nasıl yaşarım?
Bu ne biçim ustalık. Ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı."
Devamlı söyleniyor, her önüne gelene ustadan yakınıyor, ama avucunu hiç açmıyormuş. Avucu kapalı uyuyor, bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş. Ve bu duruma da giderek alışmaya, diğer elini çok rahat kullanmaya başlamış.
Uyurken de yanlışlıkla avucu açılıp taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyuyormuş.
Böylece bir yıl geçmiş, her günü zorluklarla dolu, her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlanmış.

Ve o gün gelmiş.

Genç adam tam bir yıl sonra, büyük ustanın karşısına çıkmış. Usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince, genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun, bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği gururla elini uzatmış, avucunu açmış.

"İşte taşın," demiş.
"Bir yıl boyunca avucumda taşıdım, şimdi ne yapacağım?"

Yaşlı usta sakin bir sesle cevap vermiş:
"Şimdi sana bir baska taş vereceğim, onu da aynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın."


Bu söz üzerine genç adam bütün sükunetini kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış. Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış, mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana böyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra söylemiş.

Genç adam bağırıp çağırırken, yaşlı usta ona hissettirmeden bir taşı avucuna sıkıştırmış. Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş, taşı biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş:

"Bu taş, yeşim taşı değil usta!.."

KAZANMAK HAKKINDA

Bir kaç yıl önce, Seattle Özel Özürlüler Olimpiyatlarında, tümü fiziksel ve zihinsel özürlü olan dokuz yarışmacı, 100 metre koşusu için başlama çizgisinde toplandılar.

Başlama işareti verilince, hepsi birlikte başladılar. Bir hamlede başlamadılar belki ama yarışı bitirmek ve kazanmak için istekliydiler.

Yarışa başlar başlamaz içlerinden genç bir delikanlı tökezleyip yere düştü ve ağlamaya başladı. Diğer sekiz kişi oğlanın ağlamasını duydular. Yavaşladılar ve geriye baktılar. Sonra hepsi yönlerini değiştirdiler ve geriye döndüler. Oğlanın yanına geldiler. İçlerinden Down Sendrom' lu bir kız eğilip oğlanı öptü ve "Bu onun daha iyi hissetmesini sağlar" dedi.

Sonra dokuzu birden kolkola girdiler ve bitiş çizgişine doğru hep birlikte yürüdüler. Stadyumdaki herkes ayağa kalkıp dakikalarca onları alkışladı.

Orada bulunan insanlar hâlâ bu öyküyü anlatıyorlar. Neden? Çünkü şu tek şeyi derinden bilmekteyiz :

Bu hayatta önemli olan şey, kendimiz için kazanmaktan çok daha ötede olan bir şeydir. Bu hayatta önemli olan, yavaşlamak ve rotanızı degiştirmek anlamına gelse bile diğerlerinin de kazanması için yardım etmektir.

NE GÖRÜYORSUNUZ?

Harp sırasında kocam New Mexiko'daki Mojave çölüne gönderilmişti. O, çölde tatbikata katılırken yanında olabilmek için ben de çölün yolunu tuttum. Kendimi cehennemin kucağına atmıştım.

Ortalık yanıyordu. Küçük bir kulübede oturuyordum ve yanında olmak için tehlikeye atılarak geldiğim kocamı unutmuş, can derdine düşmüştüm.

Etrafımdaki Meksikalılar ve yerliler, tek kelime İngilizce bilmediğinden, kimseyle konuşamıyordum. Sıcak rüzgar, bir taraftan bedenimi kavuruyor, diğer taraftan yediğim yemeği de, ağzımı burnumu da kumla dolduruyordu.
Canıma yetmişti.

Kağıda kaleme sarılıp babama bir mektup yazdım.
"Gelin, beni buradan alın" dedim. "Burada yaşamaktansa hapishanede yaşamayı tercih ederim."

Babamı beklerken cevabı geldi. Sadece iki satır yazmıştı:
"İki adam hapishane penceresinden dışarıya baktı. Biri çamuru gördü, diğeri yıldızları."

Bu iki satırı okuyunca utancımdan kıpkırmızı kesildim. Ben hep çamuru görmüştüm. Halbuki yıldızlar da vardı.

Derhal yerlilerle dost oldum. Kilimlerine, çanak ve çömleklerine olan hayranlığımı belirttim. Turistlere para ile vermeye yanaşmadıkları kıymetli eşyalarından bana hediyeler verdiler.

Kaktüsleri, yukka ve erguvan ağaçlarını inceledim. Kır köpeklerini tanıdım. Çöl gurubunu seyrettim. Çöl, yüzlerce yıl önce deniz dibi olduğundan kumun içinde deniz hayvanlarının kabuklarını aradım.

Ne değişmişti de, dün nefret ettiğim çöle bugün bağlanmıştım?

Çöl mü değişmişti? Hayır. O yine kavuruyordu. Yerliler mi değişmisti? Hayır. Onlar, yine İngilizce bilmiyorlardı...

Sadece ben değişmiştim.

Pencereden kafamı uzatmış ve yıldızları görmüştüm.


Thelma Thompson

YABANCILAR KIRMIZI IŞIK'TA NEDEN DURUYORLAR?

Almanya'da bir dost ziyaretinden dönüyorduk.


Arabayı ben sürüyordum.


Yolun ilerisinde bir kaza oldugunu gördüm.

Ne olmus diye bakarken, birden dört yol

agzında oldugumuzu fark ettim. Isık kırmızıya dönmüs

ve ben geçmistim. Yapacak bir sey yoktu, olan olmustu.

Duramazdım, yola devam ettim. Gece yarısından

sonraydı. Saat 2 gibiydi. Allah'tan, çevrede polis

falan da yoktu.


Bu olayin üstünden bir hafta kadar geçmişti. Bir

mektup aldım; karakola çağyrıyorlardı. Gittim. Beni

bir odaya aldılar. "Bir konuda bilginize basvuracagız.

Size bir fotograf gösterecegiz. Bu araba sizin şirkete

ait. Geçen hafta, su gün, saat 02:12'de su kavsakta

kırmızı ısıkta geçerken kameraya yakalanmış. Bakın

bakalım, direksiyondaki kişiyi tanıyor musunuz?"



Fotografa baktım, "Pek tanıyamadım bu kişiyi" dedim.

Bunun üzerine bir fotograf daha çıkardılar. Bu benim

fotografımdı. "Bu sizin fotografınız, bunu yabancılar

şubesinden bulduk. Biz, otomobildeki kişi ile bu

fotograftaki kişinin aynı olduğunu düşünüyoruz? Ne

dersiniz?" dediler. "Cevap vermeden önce, isterseniz

avukatınızla görüşünüz" diye de eklediler. "isterseniz

size prosedürü anlatalım. Eger bu arabayi süren ben

degilim derseniz, sizi mahkemeye verecegiz. Mahkeme

uzmanlara başvuracak. Eğer resimdeki kişi olduğunuz

ispat edilirse para cezası alacaksiniz. Bu ceza, eğer

arabayi sürenin siz oldugunu kabul ederseniz

vereceginiz cezanin birkaç katı olacak. Bir de resmi

makamlari oyalamaktan dolayi ayrı bir cezaya maruz

kalacaksınız."



Düşündüm. Avukatıma soracak bir sey yoktu. "Verin,

bir daha bakayim fotografa" dedim. Sonra da "Evet, bu

arabadaki kişi benim" dedim. Memnun oldular, "Doğru

seçim yaptiniz" dediler. Yüklü bir ceza ödedim. Ama

ehliyetime el koydular. "Ne zaman alırım ehliyetimi

geri?" diye sordugumda "Bizden haber bekleyiniz"

dediler.



Aradan bir hafta geçti. Bir hastaneden davet aldim.

Beni göz klinigine çağırıyorlardı. Gittim. Sıkı bir

göz muayenesinden geçtim. Sonra beni bir grup

doktorun karşısına çıkardılar. Her biri benim raporu

eline alıp, "Renk körü degilsiniz. Gözünüzün saglam

oldugunu biliyor musunuz? Ama kırmızı ışıkta

geçmişşiniz" dediler. Artik bana ehliyetimi geri

verecekler diye düsündüm. Ama vermediler. Aradan bir

hafta, on gün geçti. Yine hastaneden bir davet

aldım; bu kez psikiyatri bölümünden. Verilen tarihte

hastaneye gittim. Beni bir odaya aldilar. Odada dört

doktor vardı ilk doktor, "Raporunuza bakıyorum.

Gözleriniz saglammıs. Ama trafik ışıkları kırmızıya

döndükten tam 58 saniye sonra geçmissiniz. Bunun

yanlış oldugunu biliyor musunuz?" diye sordu. Ben de

"Evet, yanlış bir davranış" dedim. Aynı şeyi, diğer

doktorlar da aynen tekrarladi. Ben de "Evet, yanlış

bir davranış?" diye aynı cevabı verdim. Artık bana

ehliyetimi geri verecekler diye düşündüm. Ama

vermediler.



Aradan bir hafta, on gün gibi bir süre geçti. Bir

mektupla karakola davet aldim. Gittim, sanırım artık

ehliyetimi geri alacaktım. Ama düşündüğüm gibi olmadı.

"Sizi, trafiğe çıkaracağız" dediler. Bana bir program

verdiler. Bu, günde iki saatlik, dört günlük bir

programdi. Ilk gün gittim. "Arabaya binin, şehir

içinde dolaşacağiz" dediler. Benimle birlikte üç kişi

daha bindi arabaya. Hareket ettim. ilk trafik

ışıklarında durdum. Yanımdaki görevli "Buna, trafik

ışığı denir.Kırmızıda durulur. Sarı ışık, kırmızıya

dönüşü gösteren uyarıdir. Anladınız değil mi?" dedi.

Ben de tekrarladım "Evet, kırmızı da durulur. Sarı

ışık, kırmızıya dönüşü gösteren uyarıdır." Isık yeşile

döndüğünde kalktım. Görevli "Yeşil ışıkta da kalkılır.

Degil mi?" dedi. Ben de tekrar ettim, "Evet, yeşil

ışıkta kalkılır." Yolda bir süre sonra kırmızıya dönen

bir ışığa rastladık. Bu kez arkadaki görevlilerden

birisi, "Buna, trafik ışığı denir. Kırmızıda durulur.

Sarı ışık, kırmızıya dönüşü gösteren uyarıdır.

Anladınız değil mi?" dedi. Ben de tekrarladım, "Evet,

kırmızı da durulur. Sarı ışık, kırmızıya dönüşü

gösteren uyarıdır." diye tekrar ettim. Bu sahneyi iki

saat süresince her ışıkta tekrarladık. O günden

sonraki üç günde de, yine arabama üç görevli bindi.

Her ışıkta aynı sahne usanılmadan tekrarlandı. Ama

sonunda ben de ehliyetimi geri aldım.



Yukarıdaki öyküyü Almanya'da yasayan bir Türk

işadamından dinledim. "Sonuç ne oldu?" dedim. Çok

ciddi biçimde cevap verdi, "Ben artik kırmızıda hep

duruyorum."



Sevgili Yeter arkadaşımın e-mail'in den

FIRTINADA UYUYABİLMEK

Genç bir adam Amerika'nın batısındaki bir çiftliğe iş başvurusunda bulunmuştu.
Çiftliğin sahibi ona özelliklerini sorduğunda adam kendine güvenen bir edayla şöyle cevap vermişti:
"Rüzgar estiğinde dahi uyuyabilirim.."

Bu söz yaşlı çiftlik sahibinin kafasını çok karıştırmıştı, fakat bu zeki genç adamdan da çok hoşlanmıştı; bu yüzden onu işe aldı.

Birkaç gün sonra yaşlı çiftlik sahibi ile karisi gece yarısı çok sert ve şiddetli bir rüzgarla uykularından fırladılar.

Bir sorun çıkma ihtimaline karşı her yeri kontrol etmeye başladılar. Pencere ve kapıdaki kepenklerin sıkıca kapatılıp kancalarının yerlerine takıldığını gördüler.
Kalın ağaç kütükleri sıra sıra şöminenin yanına dizilmişti.
Tarım araçları güvenli bir şekilde hangara yerleştirilmişti. Traktör garajdaydı.
Ahırın kapısı düzgün bir şekilde kapatılmış ve kilitlenmişti. Hatta içerideki tüm hayvanlar da oldukça sakindiler.

Genç adam ise hemen ilerdeki kulübesinde huzurlu bir şekilde uyuyordu.

İşte o anda yaşlı çiftlik sahibi genç adamın o gün ona ne demek istediğini anlamıştı:
"Rüzgar eserken dahi uyuyabilirim..."

Çünkü genç adam fırtınasız güzel günlerde bir gün şiddetli bir fırtına ile çiftlikteki her şeylerini kaybedebilecekleri düşünerek işlerini o kadar bağlılıkla ve düzgün bir şekilde yapmıştı ki, en sert, en şiddetli fırtına dahi esse yatağında huzurla uyuyabilirdi.

Yapabildikleriniz değil, gerçekten yapabilecekken ertelediğiniz şeyler güneş battığında size baş ağrısı verir.

RESSAMLAR

Padişahı vardı ki bir ülkenin; kılı kırk yarar, haklı ile haksızı, doğru ile yanlışı tam ayırır, adaletinden kimsenin şüphesi kalmaz, verdiği karar gönül rahatlığı ile herkes tarafından kabul görürdü. Tebaasında bulunan Çinliler ile Rumlar:
- Biz en iyi ressamız!
-Hayır, en iyi ressam bizleriz! diye aralarında tartışır, lakin bir sonuca varamazlar...
Ulu hakem olarak Padişaha arz ederler durumlarını.
O zamana kadar yaptıklarını bir bir sayar dökerler ve bununla diğerine üstünlük kurmalarına yol ararlar.
Padişah:
- Sizi imtihan edeceğim, bakalım hanginiz davasında daha haklı?

Çinliler:
- Padişahım; bizlere iki ayrı oda verin, marifetlerimizi bir birimizden habersiz ve gizli olarak icra edelim... Tâ ki nihayetinde hakemimiz olarak vereceğin karar ile üstün olan belirlensin... .

Rumlar:
- Padişahım; tek oda verin, ama bir birimizi görmeyecek ve seslerimizi duymayacak şekilde örtülerle ayırın ortasından ki, değerlendirme vaktinde ikisini bir arada görüp karar vermek kolay olsun...

Herkes tarafından kabul gören bu fikir uygulandı. Bir oda, Çinlilerle Rumların bir birlerinden habersiz çalışabilecekleri şekilde ortadan ikiye ayrıldı...

Çinliler her sabah türlü türlü boyalar istediler, padişah hazinelerini açtırarak her isteneni verdi. Rum ressamlar ise:
-Pas gidermekten başka ne resim işe yarar, ne de boya...
dediler kendi kendilerine.

Kapılarını kapatıp başladılar duvarlarını cilalamaya. Gök gibi tertemiz, saf ve berrak hale getirdiler duvarları. "İki yüz renge boyamaktansa renksizlik daha iyi, renk bulut gibidir, renksizlik ise ay... Bulutta parlaklık ve ışık görürsen bil ki yıldızdan, aydan yahut güneştendir..."

Çinli ressamlar işlerini bitirdiler haber verdiler, padişah gelerek yapılanları seyre daldı. Hepsi akıldan, idrakten dışarı, fevkalade güzel şeylerdi.
Perdenin kaldırılmasını emretti.
Görülenler karşısında gözler adeta yuvalarından fırladı...
Hayret nidaları salonu doldurdu...
Çinli ressamların yaptıkları tüm resim ve nakışlar odanın cilalanmış duvarına vurmuş, orada bulunanların tamamı diğer duvarda daha iyi görünüyor, resimlerin akisleri göz alıyordu.

Oğul, dedi bu kıssayı anlatan:
Rum ressamları sofîlerdir.
Onların ezberlenecek kitapları, dersleri yoktur...
Gönülleri adamakıllı cilalanmış; istekten, hırstan, hasislikten ve kinlerden arınmıştır.
O aynanın saflığı, berraklığı gönlün vasfıdır.
Gönüllerini cilalamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuştur.
Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler.



Kaynak: Mevlâna'da Kıssalar

ELE GEÇEBİLECEK EN BÜYÜK FIRSAT

On bir yaşındaydı ve New Hampshire gölünün ortasındaki adadaki evlerinde ne zaman eline bir fırsat geçse hemen balığa giderdi.

Levrek avı yasağının kalkmasından bir gün önce, babasıyla akşamın ilk saatlerinde küçük güneş balıklarından yakaladı. Sonra oltasına yem takıp, oltayı fırlatma talimi yaptı.

Yem suya değdiği zaman gün batımında suda altın haleleler oluşturmuş, daha sonra gölün üzerinde ay doğmuştu. Oltasının hızla çekildiğini hissedince, oltaya büyük bir balık geldiğini anladı. Babası oğlunun balığı çekişini hayranlıkla izledi.

Çocuk sonunda yorgun düşen balığı sudan çıkardı. O güne kadar gördüğü en büyük balıktı, bir levrek; ama av yasağının kalkmasına sadece saatler kalmıştı.

Baba oğul güzelim balığa baktılar, pulları ay ışığında ışıl ışıl parlıyordu. Babası bir kibrit yakıp saatine baktı. Saat on olmuştu. Av yasağının bitmesine daha iki saat vardı.

Önce balığa, sonra oğluna baktı.
"Suya geri bırakman gerekiyor, oğlum," dedi.
"Baba!" diye itiraz etti çocuk ağlamaklı bir sesle.
"Başka balıklar da var," dedi babası.
"Ama hiçbiri bunun kadar büyük değil!" dedi çocuk.

Göle şöyle bir göz attı. Gölde hiçbir balıkçı teknesi yoktu. Babasının yüzüne baktı bu kez. Kendilerini hiç kimsenin görmemiş olmasına, kimsenin ne balığı yakaladıklarını bilmesinin olanaksız olmasına karşın, babasının sesinden bu konuda hiçbir ödün vermeyeceğini anlamıştı.

Oltanın ucunu balığın ağzından çekti ve balığı gölün karanlık sularına bıraktı. Balık suya düşer düşmez, şöyle bir çırpındı ve gözden kayboldu.

Çocuk bir daha bu kadar büyük bir balık tutamayacağından emindi.

Bu olay bundan tam otuz dört yıl önce oldu. Bugün o çocuk New York City'nin ünlü mimarlarındandır. Babasının küçük evi hâlâ o adadadır. Oğlunu ve kızlarını hâlâ o adadaki küçük eve balık tutmaya götürür.

Çocuk haklıydı. Bir daha o kadar büyük bir balık tutamadı.

Fakat değerler konusunda bir ikilem yaşadığı zaman hep o balığı gözünün önüne getirir.

Babasından öğrendiği gibi değerler doğru ile yanlışın ne olduğu konusunda çok basit bir konudur. Güç olan yalnızca değerlerin uygulanabilmesidir.

Birileri görmediği zaman da doğru olanı yapabiliyor muyuz? Evet, küçüklüğümüzde bizlere balığı suya geri bırakmak öğretilseydi, doğru olanı yapabilirdik. Çünkü gerçeğin ve doğrunun ne olduğunu öğrenmiş olurduk.

Doğru olanı yapma kararı belleklerimizdeki canlılığını hiçbir zaman yitirmez. Bu anıyı dostlarımıza ve torunlarımıza göğsümüz kabara kabara anlatırız.

Fırsatlardan yararlanmak değil, doğru olanı yapmaktır önemli olan.


James P. Lenfestey

İYİ VE KÖTÜ

Leonardo da Vinci 'Son Akşam Yemeği' isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle karşılaştı... İyi'yi İsa'nın bedeninde, Kötü'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı...

Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı. Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında, korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti. Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi.

Aradan 3 yıl geçti. 'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı... Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı.

Günlerce aradıktan sonra Leonardo vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu. Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı. Leonardo yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı.

Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler. Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı.

Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu...

Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü.

BŞaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle şöyle dedi:
'Ben bu resmi daha önce gördüm...'
'Ne zaman?' diye sordu Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı.
'Üç yıl önce' dedi adam..
'Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti...'

İyi ve Kötü'nün yüzü aynıdır...
Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...

BU YÜK NASIL TAŞINMALI?

Hamalsan iki şey önemli senin için: Yük ve yol...

Ancak sırtına aldığın yükle bu mesafeyi aşabilirsen, ücret mevzu bahis oluyor. Aksi olursa, cereme çekiyorsun! Bunu düşünüyordum. Yanımdaki hamalla yola çıktık.


İhtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise bir kaç bavul vardı sadece, onunkinin çeyreği... Diyordum ki içimden "Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!.."

Nitekim, çok geçmeden dedi ki:
"Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!..."
"Ne molası", dedim ona hayretle. "Ben daha terlemedim!.."

Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini
"Sen de dinlen hadi" dedi.

Benim canım sıkılmıştı bu işe. Genç olduğumu, ondan kuvvetli olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum. O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum.

Bir saat kadar sonra yine durdu, oturdu, dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında...

"Yükünü indirip sen de dinlen", demesine aldırmadım, ona daha çok kızdım... Sonra yine durdu. Bana da "dinlenmemi" söyledi yine ama onu dinlemedim, dinlenmedim.

Yarım saat sonra "dinlenelim mi" diye sordu, aksi aksi başımı salladım...

Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birden bire dizlerimin bağı çözüldü. Kafamın içinde uçuşan kara kara sinekler sustu, çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim. Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım... Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim. Sonra koluma girerek; "Hadi kalk", dedi. "Bana yaslan. Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz."

Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları iyi geldi bana.
"Ben yılların hamalıyım", dedi. "Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda... Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu, anlattığım bu insanlara ait... Halbuki bir yükü "taşımak" bizim işimiz, "altında ezilmek" değil!.. Unutma ki bir yük taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem. Ama sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, kafanın içinde de sakın yük taşıma... Akşamları bırak ve hafifle... Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü.Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil.

Çünkü yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler var..."



http://www.minidev.com/basucu_yazilari/basucu121.asp

Cuma, Ekim 19, 2007

KUYUMCU USTASI

İngiltere Kraliçesine dev bir inci hediye edilmiş.Kraliçe taca takılmayacak
kadar büyük bu incinin delinerek, tahtın arkasına asılmasını istemiş.
Ancak İngiltere'de ki bütün kuyumcular "Kusura bakmayın, dünyada tek olan bu

inciyi delerken kırıp sebebi olmak istemeyiz." gerekçesi ile inciyi kırmaya yanaşmamışlar.

İnci Fransa başta olmak üzere pek çok ülkenin kuyumcularına götürülmüş ama hepsi de aynı gerekçeyi ileri sürüp inciyi delmeye yanaşmıyorlarmış.

Neden sonra bir deniz subayı İstanbul'da kapalıçarşı'da bu işi yapabilecek nitelikte ustaların olduğunu söylemiş. Bir heyet hazırlanmış doğruca Sultanın yanına. Sultan bir tercüman vermiş heyetin yanına ve Kapalıçarşı'ya göndermiş.

Tercüman, çarşıda köhne bir dükkana sokmuş heyeti.

İçeride ak saçlı ustaya durum anlatılmış.

Ne çareki usta diğer meslektaşlarının söylediğinin aynısını söyleyince..

Heyet hep birlikte sızlanmaya başlanmış."Kraliçe bizi mahvedecek." diye.

Usta heyetin çaresizliğine acımış.

"Bakın efendiler, demiş.Sorumluluk kabul etmem ama bende bir çırak var, belki bu işi o yapabilir.

Ama diyorum ya sorumluluk kabul etmem." Heyettekiler çaresiz,"olur" demiş.

Usta seslenmiş: -Oğlum Veli,hele bir bak hele...

Arka taraftaki perde aralanmış.Elinde bir matkapla 12-13 yaşında bir çocuk çıkmış.

Usta: -Oğlum, demiş, hele şu inciyi bir del.

Bu sözü duyan Veli hiç düşünmeden elindeki matkabı inciye daldırmış.

İnci tam ortasından delinmiş. Heyet sevinç içinde ustaya dönmüşler:

-Ya usta bu nasıl iş, dünyanın en ünlü kuyumcularını yapamadığı bu işi bu

çocuk nasıl yapar?

Usta bir heyete bakmış, bir de Veli'ye ve soruyu cevaplamış:


-O haddini bilmez.

ADANIZ VARMI?

Thomas cook, bir araştırma gezisi sırasında atlas okyanusu nun ıssız bir yerinde milyonlarca kuşun havada çığlıklarla daireler çizerek uçtuğunu görür. kulakları sağır edecek kadar yüksek sesle çığlıklar atan kuşlardan yorulanlar, okyanusun dev dalgaları arasına kendilerini atarak intihar etmektedirler!


Bu olayı yıllar boyunca birçok balıkçı görür, birçok bilim adamı araştırır. kuş bilimcileri yaptıkları araştırmalarda göçmen kuşların farklı yönlerden gelerek okyanusta bu noktada birleştiklerini keşfederler, ancak intihar etmelerinin nedenini çözemezler.


Yıllar suren araştırmalar sonucunda bu trajik olayın yaşandığı yerde bir ada olduğunu; kuşların göç yolu üzerinde bulunan bu adanın bir deprem sonucunda okyanusa gömüldüğünü bulurlar. insanların yokluğunu bile fark etmedikleri ada kuşlar için göç yollarının vazgeçilmez bir durağıdır. kuşlar binlerce yıllık alışkanlıkla adanın yerini bilmektedirler ve uzun ve yıpratıcı bir yolculuktan sonra aradıkları adayı bulamayınca, yorgunluktan bitkin bedenlerini çığlık çığlığa okyanusun sularına gömmektedirler.


Peki ya siz...


Sizin hiç bir adanız oldu mu? yaşamın uzun göç yollarında size bir yudum taze soluk verecek, yolunuza dinç olarak devam etmenizi sağlayacak bir adanız var mı? bir gün yerinde bulamazsanız, ille de ulaşmak ve sığınmak için başınızın döndüğü, dengenizi yitirinceye kadar çırpınıp kanat çırptığınız bir ada yaratabildiniz mi kendinize? sınırsızca her şeyi paylaşabileceğiniz bir dost, yola birlikte çıkacak kadar güven duyduğunuz bir arkadaş, size daima huzur ve mutluluk verecek bir eş, ulaşmak için yıllardır uğraş verdiğiniz bir amaç edinebildiniz mi?


Şöyle daha bir iyi bakın çevrenize... size gelen, sizin gittiğiniz, sizi bulan, sizin bulduğunuz kaç adanız var çevrenizde? kaç tane durup nefeslendiğiniz ada yaratmışsınız kendinize.

VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT

Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.


Tıkandı baba, çay getir. Tıkandı baba, oralet getir. Vb


Bu durum Sultan Mahmut un dikkatini çekmiş.


Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?


Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba


Anlat baba anlat merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi. Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;


Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. "Benimki de onlarınki kadar aksın" diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden " Onlarınki kadar akmasada olur, yeter ki eskisi kadar aksın" dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı baba" ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.


Tıkandı baba nın anlattıkları Sultan Mahmut un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına ;


Hergün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz.


Sultan Mahmut un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış , bakmış baklava nefis. " Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim" diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken "Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim" demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya:


Taze baklava, güzel baklava ! Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın. Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelirmi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi


Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım, demiş. Tıkandı baba da Peki, demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve Yahudi de her akşam Tıkandı baba dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut ;


Bizim Tıkandı baba ya bir bakalım, deyip Tıkandı baba nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan;


Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi? mi, demiş


Geldi sultanım


Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?


Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağolasınız, duacınızım.


Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.


Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel, deyip almış ve Devletin hazine odasına götürmüş.


Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir, demiş. Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek. Sultan demiş;


Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve askerlerden birini çağırmış


Alın bu adamı Üsküdar ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin demiş. Padişahın adamları "peki" deyip adamı alıp Üsküdar a götürmüşler.


Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler. Baba,


Niçin, demiş. Askerler


Hele sen bir beğen bakalım demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline


Ne olacak şimdi, demiş


Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı.demiş. adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş;


"VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT"

YAVUZ SULTAN SELİM

Yavuz Sultan Selim han zamanında, İran şahı kıymetli mücevherlerle süslü bir sandık hediye gönderiyor. Sandık açılıyor. İçinden çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas, kadife kumaşlar çıkıyor. Fakat bir de pis bir koku yayılıyor. Öyle bir koku ki, herkes burnunu tıkıyor. Sandığın en altındaki paketten insan pisliği çıkıyor..

Yavuz Sultan Selim hem kendine, hemde ülkesine yapılan bu kabalığa çok sinirleniyor.


Cihan padişahı emir veriyor, -


Herkes düşünsün, buna ince bir şekilde cevap vermemiz gerekir.


Ve cihan padişahı yine çözümü kendisi buluyor. Aynı şekilde değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık ve en güzel güllerden hazırlanmış, mis kokulu lokumlardan bir kutu hazırlatıyor, en altına da küçük bir pusula ve bir satır yazı ekleniyor. Cihan padişahının elçisi eşliğinde İran Şahı’na gönderiliyor.



Elçi saraya vardığında sandığı şahın huzurunda sandığı bizzat kendi açıyor ve açar açmaz güzel gibi bir koku etrafı sarıyor. Tüm saray eşrafı bu mis gibi kokudan mest olmuş durumda sandıktan çıkan hediyelere merakla bakıyorlar.

Elçi hediyeleri çıkardıkça mis gibi gül kokusu tüm sarayı kaplıyor. En sonunda sandığın en altındaki güllü lokumlara sıra geliyor.


Elçi lokum kutusunu çıkarıyor ve paketi açıyor. Kimsenin şüphelenmemesi içinde ilk önce bir lokum kendi ağzına atıyor ve sırayla başlıyor ikram etmeye taaki tek bir lokum kalana kadar. Tek bir lokum kaldığında şah’a o son lokumu ikram ediyor. Şah kutuda kalan son lokumu ve pusulayı alıyor.


Kutudan çıkan pusulayı şah okuyor ; "Herkes yediğinden ikram eder!!!"

GERÇEK BİR OLAYMIŞ

Gercek bir olay, bu olay Kayseri'nin Bünyan ilçesi'nde yaşanmıs.


Olay Alfred Hitchcock'un meshur korku filmlerini bile çok gerilerde bırakacak kadar tüyler ürpertici.

Gece bindiginiz otomobil dedireksiyonda kimse yoksa ne yapardınız?

Kendisi Bünyanlı olmayan, politikayla ugrasmıs ve halen Kayseri'de yasayan
isadamı, 22 subat 2005 tarihinde Bünyan sınırında, Kayseri Malatya kara
yolu üzerinde, bir benzin istasyonuna girer.

Lokantaya oturur ve orada kalabalık toplulukla
birlikte bir ufak rakı içer. Yürüyüs mesafesindeki Bünyan'a gitmek için, lokantadan çıkar.
Ancak dısarısı hem zifiri karanlık hem de korkunç
bir kar-tipi firtınası baslamıstır. Benzin istasyonuna yaklasık 300 metre mesafedeki, Bünyan'a dönüs yolu kenarına varır. Oradan geçen bir arabaya binip, Bünyan'a ulasma derdindedir. Fırtına daha da siddetlenir. Adam bir-kaç adım ötesini bile görememektedir. Gelip-geçen bir araba da yoktur. Nihayet karanlıklar içerisinde, hayalet gibi yavas yavas yaklasan bir arabanin iki farını farkeder. Arabanın, tam önünde yavaslamasıyla birlikte hemen arka kapıyı açar ve arabaya biner.
Kapıyı kapatır, araba yeniden hareket eder.

Içeridekilere merhaba demek ister. Ama o da ne?
Arabada kimse olmadıgı gibi, direksiyonda da kimse yok. Birden panige kapılır. Korkuyla,
hemen arabadan atlayıp, oradan kosarak uzaklasmak ister ama hem araba hızlanmıs, hem de korku ile dizleri baglanmıs, hareket edemez hale
gelmistir.

Araba keskin bir viraja dogru yaklasır. Adam dua etmeye baslar. Tüm günahları için tövbe eder. Arabayı durdurması için Allaha yalvarır. Tam bu esnada, pencereden bir el uzanır ve direksiyonu
kıvırarak sert virajdan arabanın dogru yola dönmesini saglar. Her tehlikeli dönemece
yaklastıkça, Allah'a yalvarıs ve yakarısı artar ve
her seferinde de bir el dısarıdan uzanıp, direksiyonu çevirir. Sonunda kendisini biraz toparlar, ayaklarını kımıldatır.
"Ya Allah koru beni..." deyip, kapıyı açmasıyla
birlikte, kendisini arabadan dısarı fırlatır. Bir kaç takla attıktan sonra, sarampolde kendisine
gelir. Defalarca üç Kulfu-bir Elham okuyarak,
Bünyan'a yürüyerek ulasır ve
bir kahvehaneye girer. Üstübası ıslak ve sok
haldedir. Kendisini taniyanlar hemence sobanın
basına alırlar.
Eline bir çay verirler. Bir müddet sonra kendisine
gelir, sesi titreyerek, basına gelen doga üstü ve korkunç olayı anlatır. Olayı dinleyenler inanmak istemeseler de, anlatan kisinin aklı basında ve toplumsal sorumluluk tasıyan bir pozisyonda
oldugunu bildiklerinden, herkeste derin bir sessizlik olusur.
Yaklasık yarım saat sonra, aynı kahvehaneye
Koyunabdal Köyü'nden iki kisi girer. Bir masaya oturur ve iki bardak çay söylerler. Bu arada, gelenlerden birisi, digerine sunlari söyler :
Ahmet baksana, su sobanın basında oturan
gerizekalı, bizim araba yolda kalınca, biz arabayı iterken,arabaya binip-inen öküz degil mi? :))

NEDEN BEN?

Efsane Wimbledon'un ilk zenci Şampiyonu Arthur Ashe,

kan naklinden kaptığı AIDS'den ölüm döşeğindeydi..



Hayranlarından biri sordu..



"Tanrı böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?"

Arthur Ashe cevap verdi..

"Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir, 500 bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50'si Wimbledon'a kadar gelir, 4'ü yarı finale, 2'si finale kalır.

Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Tanrı'ya 'Neden ben?' diye hiç sormadım.

Şimdi sancı çekerken, Tanrı'ya nasıl 'Niye ben?' derim?.

Mutluluk insanı tatlı yapar.

Başarı ışıltılı..

Zorluklar güçlü..

Hüzün insanı insan yapar, yenilgi mütevazı..

Tanrı'ya asla 'Neden ben' diye sormayın.

Ne olacaksa olur.

HABERLER

Rus fizikciler yerin 100 metre altında bakır tel bulduklarını,

bunun ise atalarının
bundan 1000 yıl öncesinde
telefon sebekelerinin oldugunu
kanıtladıgını duyurdular.

Bu olaydan 1 hafta sonra
Amerikan gazetelerinde
ilginç bir manset.
Amerikan bilim adamları
yerin 200 metre altında
2000 yıl öncesine ait
fiber optik hatlar bulduklarını,
bunun ise, Amerikan

toplumunun
Ruslardan 1000 yıl öncesinde
gelismis digital haberlesme

sistemleri oldugunu söylediler.
Bir hafta geçmeden Türk gazetelerinde yeni bir manset.
Türk bilim adamlari yerin 500 metre altına kadar kazdıklarını ve hiç birsey
bulamadıklarını, bunun ise atalarının 5000 yıl öncesinde kablosuz

(wireless) iletisim sistemlerini kullandıklarını söylediler...

Pazartesi, Ekim 08, 2007

ZEYTİNLİ KEK






Malzemeler

3 yumurta
1 bardak çekirdeği çıkarılmış ve ikiye bölünmüş siyah zeytin
1/2 su bardağı yoğurt
3/4 su bardağı zeytinyağı
1/2 limon suyu
1 tatlı kaşığı kuru nane
1 paket kabartma tozu
1 tutam tuz

Yapılışı

Un, zeytin ve kabartma tozu hariç tüm malzeme yoğurma kabında karıştırılır. Unu ve kabartma tozu ilave edilip tekrar karıştırılı ve en son zeytinlar ilave edilir. Yağlanmış kek kalıbına veya tepsiye dökülür. 170 derecede kızarana kadar pişirilir.

Cuma, Ekim 05, 2007

VİŞNE REÇELİ














Malzemeler


3 kg vişne (saplar, yaprakları ve çekirdeği çıktıktan sonra tarttığımda 2 kilo 600 gr kalmıştı.)

4 kg şeker

Limon tuzu


Yapılışı


Vişneler yıkanır. Çekirdekleri çıkarılır. Derin bir tencereye bir kat çekirdeği çıkarılmış vişne bir kat şeker koyarak bir gece beklettim. Ertesi sabah kaynatmaya başladım. Üzerinden köpüğünü olarak pişirdim. Ocaktan almama yakın limon tuzunu ilave ettim. Limon tuzunu 1-2 yemek kaşığı su olan bir fincanda eritip reçele öyle ilave ediyorum. Limon tuzuda bir fındık tanesi edecek kadar koydum. Bir kilo dan yapsaydım bu miktarın yarısı kadar koyacaktım. Reçeli soğumadan kavanozlara doldurdum.

ŞEFTALİ MARMELATI








Malzemeler


3 kg şeftali

3 kg şeker

limon tuzu (bir leblebi tanesinin yarısından az bir parça)

Not: 1-2 yemek kaşığı suyu bir çay fincanına koyun ve içine belirttiğim miktarda limon tozunu atın. Marmalat kaynayana kadar o erir.



Yapılışı



Şeftalilerin çekirdeklerini çıkarıp, iri iri doğradım.

Şeftaliler çok sert olmadıkları için önceden pişirmeye gerek yoktu. Şekerini ilave edip el blenderinden geçirdim ve ocağa alıp kaynamasını bekledim. Başından hiç ayrılmadım ve ara ara da karıştırdım. Bu arada tadını da kontrol ediyorum. Eğer şeker ilavesi gerekiyor ise ilave ediyorum. Ama bu şeftaliler çok tatlı idi yaklaşık 3 kg şeker yetti.

Kaynamaya başlayınca erimiş limon tuzunu ilave edip marmelatı bir iki kez karıştırıp ocağın altını kapattım. Ocağı kapatır kapatmaz kavanozlara doldurdum ve hemen kapaklarını kapatıp soğumaya bıraktım. Soğuduktan sonra da buzdolabına koydum. Veya ışık almayan serin bir yere konabilir.

KAYISI MARMELATI















Malzemeler


3 kg kayısı

3 kg şeker

limon tuzu (bir leblebi tanesinin yarısından az bir parça)

Not: 1-2 yemek kaşığı suyu bir çay fincanına koyun ve içine belirttiğim miktarda limon tozunu atın. Marmalat kaynayana kadar o erir.



Yapılışı


Kayısıların çekirdeklerini çıkarıp 8 kg lık düdüklü tencereme koydum.(En derin tencerem büyük düdüklüm olduğu için) Kayısılar sert olduğu için 2 çay fincanı su ilave edip düdüklünün kapağını kapadım ve buharı çıktıktan sonra ocağı kısıp yaklaşık 10 dakika piştirdim. Kayısılar yumuşamıştı. Eğer çok yumuşak kayısılar olsa idi önceden pişirmeme gerek kalmadan, şeker ilave edip, şeftali marmelatında tarif ettiğim gibi kayısı marmelatı yapmaya devam edecektim. Ama sert oldukları için haşlamak zorunda kaldım. Daha sonra hemen şekerini ilave edip, el blenderinden geçirdim ve kaynayana kadar karıştırarak pişirdim. Kaynayınca limon tuzunu ilave ettim ve bir kez daha karıştırdıktan sonra ocağın altını kapattım. Hemen kavanozlara doldurup kapağını kapattım. Soğuyunca buzdolabına kaldırdım.

ÇİLEK REÇELİ



Malzemeler

1 kg çilek

6 su bardağı şeker

4 çorba kaşığı limon suyu




Çileklerin yeşil yapraklarını ayıkladım ve yıkama kabımda temiz-kumsuz su çıkana kadar yıkadım. Tencereme bir kat çilek bir kat şeker koyarak birkaç kat yapmış oldum. Hafif ateşte pişirmeye başladım. Kaynamaya başlayınca yaklaşık 15-20 dakika sonra limon suyunu ilave edip bir iki taşım daha kaynattım ve köpüğünü aldım. Sıcakken kavanoza doldurdum.




AYVA REÇELİ









MALZEMELER 



 6 adet orta boy ayva 
 8 su bardağı şeker
Limon tuzu veya limon suyu    

HAZIRLANIŞI Yıkanmış ayvaları ayıkladım. Robotta rendeledim. Genişçe bir tencereye rendelenmiş ayvaları ve ayırdığım 6 adet çekirdeğini ekledim. 

7 su bardağı şeker ilave ettim. (Kaynayınca tadına baktım tadı az geldi 1 su bardağı şeker daha ilave ettim.) Hiç bekletmeden ocağa koydum. Daha öncede ayva reçeli yapmıştım ama hiç çekirdeğini koymamıştım. Bu sefer denemek için çekirdeklerini de kattım rengi pembe oluyor demişlerdi. 
Tam pembe olmasa da rengi açık kahve rengi oldu. 8 bardak şeker benim ayvalarıma tam geldi. Ayva reçeline Karanfil de atıyorlar ama ben karanfilli sevmedim tadını bozuyor. 

Evde limon tuzu vardı ocaktan almama yakın çok küçük bir parça (yaklaşık bir beyaz leblebinin yarısı kadar) limon tuzu attım. 

Çekirdekler kaynayınca reçelin üstüne çıkmışlardı hepsini çıkardım. Sıcakken kavanozlara koydum ve kapağını kapattım. Ev reçeli gibi yok mis gibi kokuyor ve tadını da kendi damak zevkinize göre ayarlayabiliyorsunuz.

PATATES BÖREĞİ




Malzemeler


3 yumurta

1 su bardagı dolusu yogurt

1 su bardagı dolusu sıvı yag

3 yemek kasıgı tepeleme dolu un

5 adet orta boy patates (tavla zarından biraz daha büyük dogranmış)

1 paket kabartma tozu

Dereotu, maydonoz

Tuz, karabiber

125 gr beyaz peynir


Yapılısı


Yumurta, yogurt, sıvı yag, un, kabartma tozu, tuz, karabiber, beyaz peynir, maydonoz ve dereotu hepsi derince bir kabın için de karıştırılır. Patatesler ilave edilir. Yaglanmış bir tepsiye 2 parmak kalınlıgında olacak şekilde bosaltılır. 170 derecede üzeri kızarana kadar pişirilir.

EV EKMEĞİ



Malzemeler


1 paket doktor oetker toz maya

1 tatlı kaşığı tuz

2 tatlı kaşığı şeker

3 yemek kaşığı zeytinyağı

yarım kilogram un

ılık su


Yapılışı


Bu ekmeği annem yaptı. Çok güzel olmuştu. Yapılışı şöyle: İlk önce un yoğurma kabına alınıyor ve havuz şeklinde ortası açılıyor. Unun üzerine tuz, şeker ve maya serpiliyor. Daha sonra ılık su vezeytin yağı ile karıştırılarak mayanın hamura iyice karışması sağlanıyor. Annem göz kararı yaptığı için ne kadar su koyduğunu tam olarak söyleyemiyor ama söyle diyor su azar azar ilave ediliyor. Hamur ele yapışan bir hamur oluyor. Hamur yoğurma kabının ortasında toparlanırken ıslak bir hamur, ele yapışan bir hamur oluyor. Sonra toparlanan hamurun üzerine avuç içine koyduğu sıvı yağ ile sıvazlıyor ve mayalanmaya bırakıyor. Yoğurma kabında kabaran hamur daha sonra yağlanmış fırın tepsisine alınıyor. Burada da hamura şekil verdikten sonra hamurun üzeri zeytinyap ile yağlanıp tepsi mayasının gelmesi bekleniyor. Tepside kabarmaya bırakılıyor. Bu arada fırın ısıtılıyor. Hamur tepside de kabarınca fırına veriliyor. Yaklaşık 170-200 derecede kızarana kadar pişiriliyor.






PEYNİRLİ BÖREK



Malzemeler


5 yumurta

3 su bardagı süt

150 gr  tereyagı

5 adet yufka

İçi için: Beyaz peynir, maydanoz





Yapılısı


Eritilmiş soğumuş tereyagı ve yumurta bir kapta karıstırılır, süt ilave edilir.

Fırın tepsisi yağlanır. Tepsiye bir tane bütün yufka kenarları dısarıda kalacak sekilde yayılır. Bundan sonraki yufkalar tepsinin içine sıgacak sekilde koparılarak yayılır. Her katın arasına sütlü karısım sürülür yufkaların yarısına gelindiginde iç malzemesi konur ve yufkalar bitene kadar sütlü karısım her kata sürülür. Ilk kata koydugumuz kenarlardan sarkan yufkalar bohça kapar gibi tepsinin üzerine kapatılır. Sütlü karısım bolca sürülür. Bir gece buzdolabında bekletilir. Bekleyince sütlü karısım ile yufkalar sisiyor ve su böregi gibi oluyor. Ertesi gün üzerine çörek otu ilave edilip fırında kızarana kadar pisirilir.(Eğer börek bir gece bekletilmeyip hemen fırına verilecekse süt miktarı bir bardak azaltılır. Yani 2 bardak süt kullanılır). Fırında kızarırken kek gibi kabarıyor. Soguyunca iniyor tabi. Küçük bir tepside yapmak istenirse malzemeler yarı yarıya azaltılır.

KAR YAĞDI PASTASI




Malzemeler



1 su bardagı seker

3 su bardagı süt

1 paket vanilya

1 su bardagı dövülmüs ceviz

½ su bardagı dövülmüs fındık

Reçeller bölümünde tarif ettigim portakal reçeli (ince dogranmıs bir çay fincanı kadar)

8 adet incir sekerlemesi (Hacıbekir de her zaman var.)

3 çorba kasıgı kakao

2 çorba kasıgı un

1 çorba kasıgı nisasta

2 paket eti kakaolu bisküvi

Hindistan cevizi

1 paket süt kreması



1 limon veya portakal kabugu rendesi



Yapılışı


Un, nisasta, seker, kakao, limon veya portakal kabugu rendesi, derin bir tencerede karıstırılır, azar azar süt’ün tamamı ilave edilir. Kısık ateste pisirilir, sogumaya bırakılır. Ilınınca içine vanilya ve süt kreması ilave edilir el blandırı ile çırpılır. Rondo dan bisküviler toz haline gelinceye kadar çekilir. Çekilmis bisküvi, dövülmüs ceviz, fındık, portakal reçeli, küçük küçük dogranmıs incir sekerlemesi, karısıma ilave edilir ve iyice karısması saglanır. Servis tabagına hazırlanan karısım dökülür. Üzerine Hindistan cevizi konur. Buzdolabında sogumaya bırakılır.

SÜTLÜ KAKO





Ayşegül’ün Sütlü kako su

Malzemeler


Bir büyük bardak için
1 tatlı kaşığı patates nişastası
3 tatlı kaşığı kako
1 bardak süt
Şeker


Nişasta, kako pişirme kabına alınır ve azar azar süt ilave edilir. Ocağa alınıp karıştırarak pişirilir. Kaynamaya başlayınca ocak kapatılır ve şeker ilave edilir. İçmeye hazırdır.

PASTA YAPTIK












Pastacı Kreması

(Ekrem Muhittin Yeğen’nin Alaturka Alafranga Tatlı Pasta Öğretimi kitabından)


Kreması İçin Malzemeler


500 gr süt
150 gr şeker
80 gr un
2 adet yumurtanın sarısı
1 adet yumurta
Vanilya
50 gr tereyağı ( ben tereyağı yerine süt kreması kullandım)


Çikolata Salçası İçin Malzemeler

2 paket bitter çikolata
2 yemek kaşığı süt


Pastanın Arası İçin


5 adet Hacı Bekir’in incir şekerlemesi
8-9 adet portakal kabuğu reçeli (veya 4-5 adet Hacı Bekir den portakal şekerlemesi)
2 adet muz
4 kaşık Hindistan cevizi
1 su bardağı dövülmüş fındık


Tarifi aynen uyguladım. Sadece tereyağı yerine süt kreması kullandım. Krema’nın pişileceği kaba yumurtaları, şekeri, unu koyarak iyice karıştırdım. Azar azar süt’ü ilave ettikten sonra pişirmeye başladım. Karıştırarak kaynayıncaya kadar pişirdim. Ilınınca süt kremasını ve vanilyayı ilave edip el blandırı ile iyice çırptım. Krema hazır hale geldi.

Hazır pandispanyanın ilk katını pastayı yapacağım tabağa koydum. İlk katı kayısı marmaletım ile ıslattım ve krema ile kapladım. Kremanın üzerine muz dilimleri, Hacı Bekir’den aldığım incir şekerlemesini (küçük parçalar halinde kesip kullandım), geçen kış yaptığım portakal kabuğu reçelinden (portakal kabuklarını minik parçalar halinde kesip kullandım), hindistancevizi, dövülmüş fındık ile kaplayıp pandispanyanın ikinci katını üzerine kapattım.

İkinci katıda aynı şekilde ıslatıp, kalan krema ile kapladım.

Çikolata salçası için; iki paket bitter çikolatayı ( içinde su bulunan ) kaynamakta olan tencerenin üzerine cam bir kase koydum. Çikolataları kırıp cam kaseye ilave ettim. Eriyince pastanın üzerine bıçak yardımı ile yaydım. ( erirken bir iki kaşık süt koymadığım için pastayı keserken çikolata sert oldu. Bir iki kaşık süt mutlaka ilave edilmeli )


Pastanın son şeklinin resmini maalesef iftar telaşından çekemedim. Üzerine de içindeki meyvelerden ve krem şanti ile süslemeler yapmıştım.

ÇİLEK'Lİ PASTA



Malzemeler Pandispanyası İçin

4 yumurta
4 kahve fincanı şeker
4 kahve fincanı un
1 paket kabartma tozu
1 paket vanilya
Veya hazır pandispanya


Yapılışı


Şeker ve yumurtalar çıpma kabında blander ile iyice çırpılır. Yumurta ve şeker karışımı iyice kabarır. Daha sonra un, kabartma tozu, vanilya ilave edilir.

Tahta kaşık ile çırpmadan yumuşak hareketlerle karıştırılır. Un ve yumurta karışımı iyice karışır. Yağlanmış tepsiye dökülür. Önceden ısıtılmış fırında 170 derecede pandispanya pembeleşene kadar pişirilir. Fırından çıkarılınca soğuması beklenir. İyice soğuduktan sonra pandispanya ikiye bölünür.



Kreması İçin Malzemeler

Bu tarif Ekrem Muhittin Yeğen’nin Alaturka-Alafranga Tatlı –Pasta Öğretimi kitabundan çok güzel bir krema. Her pastada bu kremayı kullanırım. Ölçülerini de her zaman 2 katı yaparım. Pastayı kreması ve meyvesi çok, hamuru az seviyoruz.

Resimdeki pastanın ölçülerini veriyorum.





1 litre süt

300 gr toz şeker

160 gr un

4 adet yumurta sarısı

2 adet bütün yumurta

2 paket vanilya

Orijinal tarifte tereyağı var ama ben 2 paket süt kreması kullanıyorum. Sütaş’ın %100 doğal süt kremasını tavsiye ederim.

Pastanın Kremasının Yapılışı

Çelik bir tencereye önce yumurtalar sonra sırası ile şeker ve un’u ilave edip karıştırmaya başlıyorum (ateşe koymadan önce) bu karışıma yavaş yavaş süt’ü ilave ediyorum. İyice karışınca ocağa alıp fokurdama ya başlayana kadar karıştırarak pişiriyoruz. Pişirmenin koyulaşma aşamasında aniden koyulaştığı için ocağı kısıp, kısık ateşte pişiriyorum. Ilınınca 2 paket süt kreması ve 2 paket vanilya ilave edip el blandırında süt kremasının ve vanilyanın hazırladığım pasta kremasına iyice karışmasını sağlıyorum.



Pasta nın yapılması



Pandispanyayı ıslatmak için blendıra 10-15 adet çilek, 3-4 yemek kaşığı şeker, yarım su bardardağı kadar su le çekilir. Bu karışım da hazır olduktan sonra pastayı hazırlayabiliriz.


Pastayı hazırlayacağımız tabağa (45-50 cm çapında bir tabak) pandispanyanın bir katı konur ve pandispanyayı ıslatmak için hazırladığımız çilekli karışımı ile kaşık veya fırça ile sürerek hafifçe ıslatılır. Bu ıslatma karışımı; tüm pandispanya katlarına yeticek şekilde yapılır.

İlk kat ıslatıldıktan sonra pasta kreması pandispanyanın ilk katının üzerine yayılır. Ben hazırladığım kremanın 1/3’ünü koyuyorum. Üzerine doğranmış çilekleri ilave edip, pandistanyanın 2. katını kapatıyorum. Bu katıda ıslattıktan sonra kalan kremayı pandispanyanın tam ortasına boşaltıyorum. Bir bıçak yardımı ile pastanın her tarafına eşit miktarda yayıyorum. Pastanın üzerini çilek parçaları ile süsledim.